MEĞER Göcek’in en şahane zamanıymış.
Eylül sonu ekim başı.
Artık o yaz telaşı, o yaz kalabalığı, yaz kadınları, yaz adamları yok.
O yakıcı güneş de.
Bir tuhaf hüzün, yalnızlık ve huzur var.
Işık bile değişmiş, tüm Göcek, başka bir renge bürünmüş.
Hem sıcak, hem soğuk.
Ablamın, eşine doğum günü hediyesiydi, kocasını aldı, birkaç günlüğüne minicik bir tekneye kaçırdı.
Son iki güne, beni ve sevgilimi de dahil etti.
İnsanın, kardeşiyle de tuhaf bir tarihi oluyor. Çok yakınlaştığı ve çok uzaklaştığı zamanlar. Biz, benden 4 yaş büyük ama baktığınızda kardeşim gibi duran ablam Suna Apa’yla en yakınlaştığımız yıllarımızdayız. Basbayağı arkadaş olduk. Ama uzuuuun zaman aldı bu. Suların durulması, itiş kakışların azalması, hayatlarımızı kıyaslamamız…
Şimdi iki kardeş birlikte, “Ekimde Göcek” kadar huzurluyuz. O minicik teknenin burnunda güneşlenirken, “Baksana, ben doğduğundan beri Alya’ya şu melodiyi mırıldanıyorum. Nereden hatırladığımı da bilmiyorum. Ne bu?” dedim. “Annemin bizi uyuturken mırıldandığı melodi…” dedi. Ne tuhaf! Böyle bir bilgi yok hafızamda ama o melodi var, ne zaman kızımı, hatta sevgilimi sakinleştirmek istesem, ya mırıldanıyorum ya ıslıkla çalıyorum. Sonra enişteme baktım, güle oynaya sevgilimle sohbet ediyordu. Hey gidi yıllar! Eniştem de benim için hep Kazım Abi’ydi, hâlâ öyle, eniştem olduğu için değil, o da TAC mezunu, ben hazırlıkken o lise 3’tü. Ablamla aşk mektuplarını taşırdım. Bizim okulda, bir yıl büyüğüne bile “abi” diyeceksin, sıkıysa deme, görürsün gününü.
O yüzden bugün bile Kazım diyemem, Keko derim.
Meğer anneler, babalar, sevgililer ve patronlar çıkarmış ekimde denize…
Tevekkeli değil Muhtar Kent’i gördük. Bir hamle yapıp, “Verin artık bana bir röportaj!” diyesim geldi ama ekimde Göcek’te işi kim takar!
Süsten püsten, karmaşadan, itiş kakıştan, aceleden, telaştan uzak bir hafta sonuydu.
Ekimde Göcek kadar güzeldi.